2 Aralık 2013 Pazartesi

FARKINDALIK

FARKINDALIK



Bugün farkındalık hakkında bir şeyler yazmak istiyorum.

Birkaç zamandır fırsat buldukça farkındalık kavramını irdelemeye çalıştım. Mesela bir menekşe düşünün; Menekşenin çok güzel renkli çiçekleri vardır. Dokunduğun zaman eline kadifemsi bir doku hissedersin. Oysa menekşe, bu güzelliğinin farkında mıdır? Sonuçta onun güzelliğinin farkında olan bizizdir.Menekşe asla suyu seven bir bitki değil.Az su vereceksin. Çünkü fazla suda çürüyor. Eğer biz de bunun farkında olmazsak, güzelliğini ihtişamın zaman içinde kaybeder.

Demek istediğim aslında bizler de, birey olarak kendi farkındalığımızı hiçbir zaman tam olarak bilemedik. Bilemediğimizden dolayı çevremize yansıttığımız ‘ben’ler de gerçek olmadığı için, yaşam içinde karşılığımı alamadığımız ya da tatmin olamadığımız anlar oluyor.
İşte ben de bu sıralarda kendi farkındalığımı bulmaya çalışıyorum. Elbette bu farkındalık derken, megalomanlıkla aradaki çizgiyi korumak lazım. Yani zaman zaman arada bir latife olarak, dünyadaki tüm en güzel erdem’ ler bana ait desem de...

Mesela ilk olarak kendimde sadeliği fark ettim. Çünkü hayattan beklentilerimle – gerçekleştirdiklerim çok abartılı süslü şeyler değil. Yine kendimde fark ettiğim bir özellik de, maneviyatımın çok güçlü olduğu. Keza, iradem ve nefsimde kontrollü. Şuan için farkında olabildiğim yalnızca bunlar.
Peki, siz nasıl farkındasınız kendinizden, nelere sahip olduğunuzdan?

Hani diyelim ki kocaman bir eviniz var. Maddı olanaklarınız uygun olduğundan dolayı içini de en lüks derecede dekore ettıniz. İşte kocaman, hayal edilerek gerçekleştirilmiş lüks bir ev. Peki, sen bu evi kullanabiliyor musun? Hakkını verebiliyor musun? Varsayalım koşullara göre sen sadeliği seven bir insansınız. Oysa o ev, çok daha abartılı yaşamların yaşanacağı bir evdi. Sürekli çeşitli amaçlarla partilerin verilebileceği, barkavizyon-sinevizyon partilerinin yapılacağı yani hep bir renklilik, kalabalık, koşuşturmanın iç içe olması gereken bir ev.  Ama sen daha sade yaşamı seven birisin. Bana göre o ev senin ruhunu yansıtmıyor. Oysa bazen hayallerimiz ya da isteklerimiz bizi yansıtmaya biliyor.

İşte sonuçta kendi farkındalığımızı bilmeden, koşulların gerektirdiği yaşam biçimlerini yaşıyoruz. Ya da hayallerimizin, kendi iç dünyamızla özdeşleşmediği an'larda olabilir. Genelde zamanımızı hayatın getirileriyle yoğun olarak yaşıyoruz. Daima bir koşuşturma halindeyiz. İş yoğunlu bir taraftan, seyahatler bir taraftan, e bir de aile sorumluluklarımız varsa, ayrıca yaşam biçimine gelmiş hobilerinide eklersek...

Sonuçta kendi farkındalığını tanımak adına zamanın kalmıyor. Gün 25-26 saat bile olsa, yine kendine bunun için zaman bulamayacaksın. Çünkü bilinçaltı olarak boş bir kavram olarak nitelendireceksin.
Oysa eminim ki, insanın kendini tamamen bilmiş tanımış olması, hani şu sürekli bahsettiğimiz yaşamımızı daha anlamlı ve kaliteli kılmak adına cok özel bir yatırımdır, diye düşünüyorum.

Benim de, hep düşünce durumum var değil mi? Habire düşünüp düşünüp duruyorum. Şu düşünce özgürlüğü olayı da olmasa demekki yanmıştım. Yani bu kadar düşünmekle E tipine kesin giderdim.:)
Yine yazmayı abarttım, galiba. 
E hadi bitireyim bari...

Huzurlu Sevgilerle
Hos kalın

Zeynep ÇERKEZ


twitter.com/zeynepcerkez

27 Eylül 2013 Cuma

TEVAZUM KİBİR SINIRINDA HER ZAMAN BİTMİŞTİR!

TEVAZUM KİBİR SINIRINDA HER ZAMAN BİTMİŞTİR!



Kişinin farkındalığını ortaya koyması, bazen narsisizm boyutuna gelebilir. Çünkü kendine değer vermeyenlere yardımcı olurken, durum karşısında kimi zaman kendini rol model olarak ortaya koyman gereken anlar olabiliyor.

Mesela, güzellik uzmanımın cildinin pürüzsüz olmasını isterim, ya da spor hocamın fit bir vücuda sahip olmasını ve de modacımın iyi giyinmesini… Eskidenmiş öyle terzi kendi söküğünü dikemez mazereti. Ama şimdi öyle mi? Tüketim toplumunda kişi yaptığı işle örtüşebilmeli. Hayat felsefesini, üretkenliğini önce kendinde uygulamalı. Yani kişi yaptığı işle aktarmaya çalıştığı olguyla örtüşebilmeli ki, sunuşta algıda seçicilik yaratabilsin.

Evet itiraf ediyorum; hayatımda en çok kendine değer verenleri, kendini sevenleri daha çok seviyorum. Çünkü değer verme sevme kavramını bilen biri, çevresindekilere de aynı hissiyatla yaklaşacaktır.

Hep derler ya sürahiyi iyice doldurmazsan, bardakları da tam dolduramazsın. Sonuna kadar katılıyorum. Kendi ruhumuza duygularımızı tamamen giydirmeyi beceremezsek, hep bir yerlerimiz açıkta kalacak. Ve her esintide etkilenecek. Nasıl zamanla rüzgâr toprağı aşındırıyorsa, yüreğimiz de dışarıdan gelen darbelerle aşınacak.

Kendini sevmeyi biliyorsan emin ol, karşındaki de direk seni karşı güdüm refleksiyle seviyor, örselemiyor. Unutmayın, GERCEK SEVGİ BİR EMEKTİR, ve her koşulda saygıyla karşılanır, Kendine duyduğun saygı ve sevgiyle yine kendine kalkan olursun. Sevgi, o kadar güçlü bir enerji ki ona çarpan tüm olumsuzluğu geri fırlatabiliyor. Keşke mümkün olsaydı da bilim adamları sevginin aşısını icat edebilselerdi. Bebekken karma aşılarımızla birlikte bunu da vursalardı. Keşke tüm aşılarımızı bebekken vursalardı da her aşıda karizmayı çizdirip, okuldan kaçmak zorunda kalmasaydım.

Anımsar mısınız, bir böceksavar reklamı vardı. Sinekler tam pencereden girmeye hazırlanıyorlar sonra birde hepsi camda pestil bir şekilde -raiddddd taktik değiştirmişler, dıyorlardı. İşte sevgisizlik, nefret duygularını içeren  mikropları da aşılı ruhlara, yüreklere böyle ulaşamasalardı. Koruma duvarlarına çarpıp evrim değiştirmek zorunda kalsalardı. Baharda açan güller , öten kuşlar olsalardı:. Tamam, tamam kabul ediyorum , galiba bu evrim olayı biraz abarttım..

Sonuçta hiç olmazsa yeryüzünde en azından ‘ beni seviyor musun?’ sorusuna kimse maruz kalmazdı. Kimsecikler sevildiğini duyma ihtiyacı hissetmezdi. Sevilmek dokunulmakla hissedilir. Eksikliğini hissetmediğin bir duyguyu, duyma ihtiyacını niye hissedelim? Bazı ifadelerin asla kelimelerin içinde gücü yoktur. Bazen bir dokunuş bin kelime ifade eder. Mesela ask, şefkat, özlem, ihtiras gibi duyguların kelimelerde tam ifadesini asla bulamayız. Yazarlar yıllardır aşk-sevgi üzerine milyonlarca kitap yazdılar.Ama, hala çözemediler. Şiirler şarkılar ne dersek diyelim yinede yoksunlar.
Çoğu zaman gökyüzü bile sınırsız kalabilir, yaşadığımız duygunun durağı yok ise; Sky is the limit……

Sevin, kendinize zaman ayırın, kendinize değer verin. En güzel şeyleri kendinize de layık görmeyi bilin. Ama bu açgözlülük boyutunda olmasın. Kendinize duyduğunuz tevazu kibir sınırında her zaman bitmeli. Deri nasıl organlarımızı örten bir örtüyse kibirde ruhumuzu, duygularımızı örten bir örtüdür. Sevgi yüreğiniz de ayna gibi olmalı. Karşınıza yansıyabilmelisiniz. İnsanın sadece kendini sevmesi gerçek bir duygu olabilir mi? Her duygu gibi sevgi de beslenmedikçe büyüyemez. Yalnızca kendimizi sevmekle bu duygunun ancak katili olabiliriz.

 Kral Narsisus göl kenarında dururken suda kendi yansımasını görür ve hayran olur bu öyle bir hayranlıktır ki ona daha yakın olmak ister ve göle iyice yaklaşır bu arada suya düşüp boğulur. işte narsizim böyle bir şeymiş

Kendinize bu kadar hayran olmanız da sonunuzu getirebilir. Yüreğimizin en küçük esintide savrulmasına, ruhumuzun bizden uzaklaşmasına neden oluruz. zaman içinde yapayalnız kalırız.

Son cümlelerimide her zamanki gibi yine tekrar ediyorum. Taa ki bunu yaşam felsefeniz haline getirinceye kadar. Kendinizi önemseyin, ertelediğiniz ihmal ettiğiniz duygularınızı, hayallerinizi gün yüzüne çıkarın.
Unutmayalım, kalıplaşmış insan kuramının dışına çıkabilmek için atacağınız her adım bize yol, su, okul olarak geri dönecektir.

Huzurlu Sevgilerle

Hoş Kalın


Zeynep Ç

7 Mart 2013 Perşembe

8 MART


8 MART



“1857"yılında New York’lu dokuma işçisi kadınların daha insanca bir yaşam isteyerek, eşitsizliklere ve ayrımcılığa karşı sürdürdüğü mücadele ile başlayan süreçte 8 Mart, tüm dünya kadınlarının, kutladığı uluslararası bir güne dönüştü.”

8 Mart Dünya Kadınlar Günü, kadın haklarının kazanılmasında nerelerden başlayıp ve bugünlere nasıl gelindiğinin hatırlanması için özel bir gündür. Çünkü 8 Mart günü oluşan örgütsel mücadelede 140 kadın işçi öldürüldü. Ve iş kazasında öldü denildi.

Fakat sonra bir takım siyasi kaygılardan dolayı bu tarihi gün yıllarca blokelendi. İkinci dünya savaşı sırasında bazı ülkelerde ise anlam olarak çağrıştırdığı ideolojik ilkelerinden dolayı kutlanılması yasaklandı. Ve sonra dünyanın hâkimi olan Amerika Birleşik Devletleri’nde tekrar kutlanılmaya başlamasıyla daha güçlü bir şekilde gündeme yeniden geldi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1977 Yılında 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasını kabul etti. Ama bu geri dönüşümünde ise, Kadınlar Günü tamamen budanarak anlamını kaybederek döndü. Yani Emekçi Kadınlar Günü’nden emek ifadesini atılarak, sadece Kadınlar Günü oldu. International working Women’s Day’s yerini International Women’s Day’s oldu.

Dünyada olduğu gibi ülkemizde de bu ayrım, entelektüel kesimde sürekli tartışılır. Çünkü sendikal haklarının peşinde olan bir grup günü sahiplenirken, diğer tarafta ise homojen olan kadın grubu bulunmaktadır. Onlarda bu günü daha farklı boyutta değerlendiriyorlar. Sonuçta homojen kadınla emekçi kadın duruma aynı taraftan bakmayı beceremiyorlar. Bu yüzden demokratik haklarımız karsısında örgütlenip el ele veremiyoruz. Oysa tam manasıyla örgütsel kadın dayanışmasının aşamayacağı hiçbir sorun yoktur. Ve ayrıca birçok ülkede kadınlara eşit hakların verilmesinin Dünya Barışını güçlendireceği kabul edildi. Dünya Barışı’na ve Küresel Kirliğe engel olunabilmesi için, bana göre kadınlara çok büyük görev düşüyor.

Bir de feminist gruplar var. İşte ben onlara tamamen karşıyım. Çünkü,bu gruplar cinsiyet ayırımını belirginleştiriyorlar. Biz cinsiyet ayırımcılığına karşı mücadele ederken onlar kadının haklarına baskınlık yaratarak, erkek haklarına etrafını iyice çizmiş oluyorlar.

Ayrıca son zamanlarda ülkemizde kadına karşı yaşanan şiddet olaylarındaki artışını da görmezden gelemeyiz.Maalesef dünya barış elçisinin tecavüz edilerek öldürüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Yazılı ve görsel basında neredeyse hergün kadına şiddet haberleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Özellikle Münevver Vakasından sonra kadına şiddetin ve vahşetin boyutu arttı. Çünkü suçluya karşı devlet yasalarındaki yaklaşım erkeklerin içinde bulunan şiddet ve vahşet eğilimin cazibesinin yükseltti. Hani durum öyle bir hale büründü ki tüm arsızlığımızla tecavüzü ve tacizi haklı çıkaracak kanun yasa tasarılarını bile üretmeye başladık.

Dolayısıyla da hakkını veremediğimiz, varoluş adına büyük mücadelenin emsali olan bugün de maalesef öbürleri gibi kısa süre içinde yine tüketim pazarının bir maşası olarak ambalajlanarak, satılmak üzere vitrindeki raflarda yerini aldı.

Bense bu durumlardan oldukça acı duyuyorum ve utanıyorum. Çünkü ülkemiz de dahil olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde de hala kadının adı yok. Hala kadın olmanın değerini bilmiyoruz. Ve biz hala üzerimizden rant kazanılması için tüm ortamı yaratıyoruz.

Tüm kadınların kadınca yaşayabileceği günler diliyorum…

Huzurlu Sevgilerle

Hoş Kalın

Zeynep Ç

21 Şubat 2013 Perşembe

YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN YA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL



YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN YA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL

MEVLANA





Yıllar önce bu vecizeyi ilk duyduğum zamanlarda, doğrusunu söylemek gerekirse manasını pek anlayamamıştım. Bir derinliği, felsefesi olduğuna emindim. Lakin o dönemde bende o derinlik yoktu.

Serde dönem itibariyla entelektüel olma heyecanı vardı. Kulaktan dolma özlü sözleri cümlelerimin arasında kullanarak, kültür çıtamın yansımasının keyfi içindeydim. Bulunduğum ortamlarda dikkat çekip, kendime vasıf katma cazibesine kapılmıştım. Ama hani o zamanlar daha lise çağlarında miniminnacıktım. Oysa şimdilerde twitler pek bir moda hale geldi. Resmen özlü sözler altın çağını yaşıyor. Kızılderili sözleri mi ararsınız, yok efendim sufi felsefesi mi, yazarlara, şairlere, düşünürlere ait cümleler mi ararsınız… Nice nice özlü söz kalabalığı yaşıyoruz. Maşallah yani kıyıda köşede kalmış unutulmuş hiçbir söz kalmadı. Elbette derinliğin anlamına nail olup, yazanlar da var. Ama çoğunlukla benim de minnacık turşucuk dönemimde yaptığım gibi bedenine kılıf amaçlı kullananlar daha fazla. Bence doğru olan yaşam felsefemizi ya da bir kısmını geçerli kılacak, bize esin kaynağı olacak sözlerdir.

- Bak abi ya, ne biçim bir söz arakladım arkadaşın profilinden. Şimdi çakacağım kendi profilime. Göreceksin oğlum ,anında kaç kız beğenecek.

Veya

- Vanım sende , ben esmer olmakla övünüyorum. Çünkü hiç olmazsa aptal değilim. Ne demişti şu ünlü düşünür? Ay aklıma geldi , George Bush. Dur hemen face’me yazayım.

“Sarışının adı esmerin tadı var.

George Bush ”

E-ülkemde sosyal mesaj kaygısı aldı başını gidiyor. Önüne gelen guru oldu. Herkes hadi el ele tutuşup, burundan nefes alalım verirkende ohmm yapalım mutlu olalım modun da. Yeter ki çıkarlar ve hedefler cakışmasın.  Hani yoksa Sen Alaska da yaşa, ben de Dominik’te. Sonra ohm’u alır kafanda patlatırım, Mutluluğuda Abidin’in resimlerinde değil, sadece hastane koridorlarında ararsın.

Evet, nerede kalmıştık.

Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol / Mevlana






Herkes öylesine sahte öylesine kendinden uzaklaşmaya başladı ki ortama göre davranmak adına orta insanı olduk. İçtenliklerin sürekli sorgulandığı, yapmacıklığın ivme kazandığı bir atmosferin içine hızla çekiliyoruz.

İşe girdiğimde öğrendiğim ilk nasihat şuydu; -Sakın ha! sen sen ol aklın varsa burada benden başka kimseye güvenme. Herkes ondan başka kimseye güvenmemi tembih edip durdular. Çapraz kur, sağdan sola, soldan sağa, aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya tüm olasılık hesaplarımın sonucunda anladığım tek şey ise; söyleyenler de dahil kimseye güvenmeyeceğimdi. Ya da diğer şık geçerliliğini koruyordu. Yani herkese güvenecektim. Asıl güvensiz olan tek varlık ise, yemekhanenin etrafında dolanan şu parlak gözlü kediydi. Her şeyden, tüm şaibeden o sorumluydu, Bu kedinin gözleri hep mi parlak olmak zorundaydı!

Ama bilmezler ki güvenmemeyi öğrenirken, aslında özsaygımız ve güvenimizden kaybettiklerimizi. Çünkü biz Türklerin kültüründe toplum bilinci ve aidiyet olgusu yatmaktadır. Bencil bir hayat kazanım yaratmak yerine, bizi mağdur eder. Aksine atalarımızdan bize kalan mirası yozlaştırıp, köreltmekten ileriye gidemiyoruz.

Sonuçta sürekli kuşkulu yaşamak; bireyselliğin bakış açısı ve nesnelliğin baskın kılınması sonucunda kişiyi paranoyaklaştırıp kendimizden tamamen uzaklaştıracak, sosyal hayatta içlerine kapanmaya meyilli yetersiz birey yapacaktır. Yani kişi, var olan sistem tarafından kullanılmaya hazır olacaktır.

Ya da tam tersi, narsist kişiliğe sahip insanlar oluşuyor. Bu durumda da insanlar arasında hasetlik, kıskançlık, çekememezlik had safhaya geliyor. E böyle olunca da işyerlerinde sürekli gardını almış insanlar arasında ekip çalışması ruhu yaratmak için bir dolu yüksek ücretli , dışardan envayi çeşit eğitimler satın alınıyor.. Yok efendim, Amerika’dan, uzak doğudan koçluk, kişisel gelişim vs metotları ıle beyinlerimiz teoriksel olarak bir dolu bilgi kirliliğiyle doldurulup duruluyor.

Oysa hiçbir sistem dar görüşlü olmamalı. Vizyon sahibi olmalı.

Elbette büyük pencereden bakabilmek için başkalarını dinleyip, onların algılarını da bilmek lazım. Ama önce kendi gerçeklerimizin de farkında olmak kendi görüş açımızı da belirlemek gerekir

Ve önemlisi sürekli birilerini eleştirmek yerine, kendini önce eleştirmeyi öğrenmemiz lazım. Yoksa başkalarını eleştirip kendini mükemmel koltuğuna oturtmak kolaydır. Ama nedense son dönemlerde herkes birbirini eleştirir oldu. Hani tepki verdiğinde ise,

- Aa sen eleştiriyi sevmiyorsun, deyip,  boynuna bir eziklik yüklenmeye çalışılıyor. Önce sen kendini bir çöz bakalım. Eleştiriye kendin açık mısın? Yaptığın hataların sorumluluklarını alabiliyor musun?

Kesin olan şudur ; Güven olmayan bir yerde istediğin kadar iyi olsan bile sürdürülebilir başarıya ulaşmak imkânsızdır.

Evet, algıladığın kadar yaşarsın. Güzel kardeşim, arkadaşım, dostum  işin özeti ; eğer sana güvenilmesini istiyorsan güvenilir biri olman şart. 2+2= 5

Huzurlu Sevgilerle

Hoş Kalın

Zeynep Ç

12 Şubat 2013 Salı

DÜM TEKE DÜM TEK YİNE GELDİ 14 ŞUBAT !


DÜM TEKE DÜM TEK YİNE GELDİ 14 ŞUBAT 



Önceleri hayat ne kadar güzeldi. Dini ve milli bayramlar ,anneler ve babalar ve öğretmenler günü vardı. Başka da hiçbir şey yoktu.

Zaman içinde belirli gün ve haftalar; ey tüketici bizde varız, bizde varız diye seslerini teker teker çıkarmaya başladılar. En sevdiklerim ise engelliler, yaşlılar ve orman haftalarıydı.
Sonraları bir 'Sevgililer Günü' cıktı. Aman Allahım o nasıl bir çıkıştı! Tum önemli günleri bir çırpıda geçti, en önde yerini aldı. Hani bu ani depar atışı yetmezmiş gibi, tek gün her geçen yıl yanına bir kaç gün daha alarak, genişledi de genişledi. Bir gün, iki gün derken, zamanla kutlu doğum haftası gibi bir hafta oluverdi. Şimdi ise daha yılbaşının ertesi günü millette başlıyor ‘Sevgililer Günü’ telaşı. Daha doğrusu sevgilisi olan millet de, olmayanda ise bir sancı başlıyor…

Ah ah! yine koca bir yıl döndü ve yine geldik mi Sevgililer Günü Haftasına. Ve yine daha yalnız geçiriyorum. Her 14 Şubat 'da bir sürü and içerim. Şimdiye kadar yaşadığım tüm 14 Şubatlar böyle birbirinin aynısı geçmiştir. Hadi, yasadığım 14 Şubat’lardan birini size anlatayım. Ne de olsa hepsi birbirinin aynı..

Öncelikle anlatacağım öykünün konusu ve kişileri tamamen gerçeğe dayalıdır. Yer yer, ‘SGMK’ diye bir ifadeyle karsı karsıya kalacaksınız. Açılımı; Sevgililer Günü Menopoz Krizi, seklindedir.

Bir, iki hafta önceden karın ağrılarımın başlamasıyla ilk belirtiler kendine gösterir. Özellikle mutfaktan ve yiyeceğin bulunmadığı ortamlardan uzak durmaya çalışırım. Çünkü iştahım tamamen kontrolüm dışındadır. Artık tokluk grevine girmişimdir.
Sonrada son çırpınışlarım baslar. bir haftalık sevgili bulma fikri bir anda acayip cazip gelir. Çünkü beyin ile ilgili fonksiyonlarım arıza yapmıştır.(hani bir ara TRT yayın yaparken arıza yaptığı zaman ekrana necefli sürahi koyarmış ya. O hafta içinde beyin fonksiyonlarımın hepsi iptal olmustur. Sadece sevgili resmi bulunmaktadır.)

Ama işte ülkemizdeki her şey gibi, o da lazım olduğu anda karaborsaya düşmüştür. Ve sen, SGMK  Krizi'ni tek basına atlatmak zorundasındır.

Çevremde yaşanan Sevgililer Günü hazırlıkları anlatılacak gibi değil. Bilirsiniz toplum olarak abartmaya bayılırız ya! Kac günler öncesinden Çarşı Pazar görsel ve yazlı basın her yerde bir telaş sormayın gitsin. Envai çeşit kampanyalar. Gecen TV izliyordum. O gün için tekstil firmaları bile nevresim reklamları vermeye başlamışlar. Anlayacağın girişimci ve hayal üreticiler bu sıralar ful time çalışıyor.
Yanı kısacası artık son haftaya giriş itibarıyla ilk belirtilerim olan kırmızı renkle ilgili her şeye karsı alerjik reaksiyonlarım başlar.
Bunlar yalnızca çevremin, benliğimde yarattığı darpların nedenidir.

Ayrıca SGMK  Krizi'ni en hafif şekilde atlatmaya çalışırken ihtiyaç duyduğun tüm dostların birden bire düşmanın olacak kadar değişime uğradıklarını fark ediyorsun.

- Ay Zeynepçim sence ne alsam, sevgilime. Bunu beğenir mi? Haydı lütfen orjınal fikir söyle, bize?
- bak ben bunu aldım, Acaba o bana ne aldı.
- benimki bana sürpriz hazırlamış. romantik gece geçireceğiz………….. vs vs
Buna benzer bir yığın sahte sohbetlere ve geyiklere eşlik etmek zorunda kalıyorsun. Dediğim gibi birde üstüne üstlük orijinal fikir üretmen konusunda baskı yaparlar. Sanki sevgili olurken sana sormuşlar da. Yarabbim ya, kelin ilacı olsa kendi basına sürer. Hem banane senin sevgilinle geçireceğin günün ayrıntılarından. Oxford vardı da biz mı okumadık?

Artık 13 Şubat gecesidir, Zorlu gecen bir haftanın sonunda çiftlere karsı duyduğum kin ve nefretle uyuyakalırım. Sabah olmuştur. Günlerden 14 Şubattır. Var olduğum bu dünyada bir uzaylı olduğumu hissederek uyanmışımdır. Ve başımda ise bir ağrı vardır.(eğer yoksa da en kısa sure içersinde olacaktır.) Her ne kadar yatağın sağından kalmaya çalışsam bile oldukça agresif ve keyifsizimdir. Bir yandan ise alınganlığım ve komplekslerim yüzeye çıkmıştır. Ayrıca damarlarımı çatlatacak kadar zorlayan kıskançlığımı da unutmamak gerekir. Bunlar duygularımdaki fiziksel değişimler ve üstelik SGMK KRİZİ sırasında ruhumda da birtakım etkileşimler olmaya başlamıştır.

Ruhumla baş etmek daha güçtür. Geçmişle yaptığım davranışlara karsı içimde duyduğum pişmanlıklar, keşkeler, acabalar. Eski sayfaları kurcalamalar vs vs vs.. Neyse bu sorgulamalar içersindeyken artık gece olmuştur.Yatarken kendini acımasızca eleştirirsin. Sonuçta kendini fazla muhafazakar bulursun. Daha esnek olma konusunda içindeki ben’e, sözler verirsin. Tabi ki fırsat bulduğun bir anda kimsenin duyamayacağı bır tonda hanımlığını bozmadan 14 Şubat'ın yaratıcılarına okkalı bir küfür sallamayı da unutmak da ayıp olur.. En azında hiç olmazsa bu zalim günü 29 Şubat'a denk getirebilirdi. 4 yılda bir krizi atlatmak daha kolay olurdu.

Ve artık sabah olmuştur. Güne yüzünde kocaman bir gülümsemeyle uyanırsın. Şurası da kesindir ki, bir gece öncesi verdiğin, tüm sözleri unutmuş. Ve 15 şubatta tüm cadılığımla aktif dinamik heyecanlı olarak yeni sezona başlarım.

İşte benim her 14 Şubat 'da yasadıklarım aşağı yukarı bu şekilde oluyor.

Huzurlu Sevgilerle
Hoş Kalın

Zeynep Ç

25 Ocak 2013 Cuma

İŞTE TRABZON İŞTE AHMET AĞAOĞLU !


İŞTE TRABZON İŞTE AHMET AĞAOĞLU !



O bir iş adamı, o bir hayırsever, o bir yönetici, o bir Trabzonspor aşığı, o bir sportmen….

Ahmet Bey’le röportaj yapmadan önce yaptığım araştırma sonucunda ‘ sürdürebilir başarı’ örneğiyle karşı karşıya olduğumu gördüm.
Değinilecek öylesine çok konu vardı ki, hepsini bir konsepte sığdırmaya çalıştım.

Ahmet Ağaoğlu kimdir? Röportaja başlamadan önce Ali Ağaoğlu’yla bir akrabalığınız olup olmadığını ilk ağızdan açıklar mısınız?

Kendisiyle hiçbir akrabalığım yoktur. Ama sevdiğim bir arkadaşımdır. Hos bir tesadüf liseyi birlikte Kabataş Erkek Lisesi’nde okuduk. Benim adım Ahmet Ali Ağaoğlu’dur . Lisede Ali Ağaoğlu denirdi. O yüzden okulda çok karıştırılırdık. Allahtan ikimizin de dersleri pek iyi olmadığı için bu karıştırmalar bizi pek etkilemedi. Bizi birbirimize de çok benzetirler. Abi kardeş sanırlar.

1958  Trabzon Doğumluyum. İstanbul ‘a 1971 de lise öğrenimim için geldim. Dört yılda dört farklı lisede okudum sonra yüksek denizcilik okulunda öğrenimimi tamamladım. Şuan ki adı İstanbul teknik üniversitesi denizcilik fakültesi Güverte Bölümünden 1979 yılında 3. Kaptan olarak mezun oldum. 6 yıl denizlerde kaptan olarak çalıştım. 1986’ da Perşembe Pazarı’nda 30 m karelik bir alanda Atlantik Denizciliği kurdum. Gemi acenteliği, gemilere servis derken 25 senede bu noktaya geldik. Şimdi ise gemi işletmeliği yapıyoruz. 2008 Eylül’ündeki global krizden sonra hala bu işi yapıyoruz. Bizim sektör krizden en ağır etkilenen sektörlerden biri. Diğer sektörler kendilerini toparladılar, yaralarını sarmaya başladılar ama biz tahminen 2014 ten önce toparlanmamız zor görünüyor. Denizcilik; karada çalışan içinde, denizde çalışan içinde zor, meşakkatli bir meslek

Kariyerinizde dönüm noktanız nedir? Bu heyecanlı yolculuğun başlangıcına dair hatırladığınız hoş bir anı’nız var mı?

Belli başlı bir dönüm noktası yok. her şey tesadüftü. Kabataş Erkek Lisesinde okurken Denizcilik yüksekokulunun önünden hep geçerdim. Hani okulun bilinci içinde değildim. Öğrencilerin kıyafetleri beni etkilerdi. Yazın beyaz, kışında koyu renk giyerlerdi. O yıllarda üniversitelere ön kayıtla öğrenci alınırdı. Yani çoğu insan okudukları seçtikleri bölümlere tesadüfen girerlerdi. TRT radyo 23.45 te üniversitelerin durum puanlarını ve  ön kayıtla alınacak yerlerin puanlarını söylerdi. Bende o gün İzmir’den İstanbul a geliyordum. Ege Üniversite’si Astronomi bölümünü tutturmuştum. Ama matematiği ve fiziği sevmeyen biri olarak o bölümü tutturmamda ayrı bır sorgudur. Kayıt yaptırmıştım ama okumayı düşünmüyordum. Zaten o bölümde okuyamazdım da. Dönüste otobüste radyo açıktı ve ön kayıt puanları söyleniyordu. İşte orada olmam ve puanımın oraya yettiğini öğrenmem hayatımı yönlendirmeme neden oldu.


Uzun zamandır Golf Federasyonu Başkanısınız. Bu göreve gelirken hedefleriniz nelerdi? Hedeflerin neresindesiniz? Peki, şimdi yeni dönem planlarınız neler?

Sporun içinde biri olarak tesadüfen başladığım golfe. yine öyle bir tesadüftür ki benim golfe başladığım dönemde Golf Federasyonu kuruldum. 1995 te golfe başladım, 1996 ‘da federasyon kuruldu. Seçimler dört yılda bir yapılıyor. İnsanın hobisi ne olursa olsun eğer işin kendisiyle sınırlı kalmasını istemiyorsanız, birazda toplumsal sorumluluk duygusu taşıyorsanız ve kendinizden de verebileceğinizi hissettiğiniz, inandığınız bir şeyler varsa bunu toplumla paylaşmak ,vermek istiyorsunuz.
Golfun o dönemlerde alt yapısı yoktu. Bu eksikliği hissettiğim için eğer Federasyon başkalığında görev aldığım takdirde ,ülkenin gençlerini bu sporla iç içe olması düşüncesinin arzusuyla Golf Federasyonu Başkanlığı’na aday oldum. Çünkü o dönemlerde yaş ortalaması 40 civarındaydı. Gençler için bir alt yapı yoktu. Yeni bir federasyon için doğal bir süreçtir. 2002 Kasım Ayında Aday oldum. 11 sene oldu. Dediğim gibi öncelikle ülkemizin gençlerini bir araya getirmeyi ve bir altyapı oluşturmayı amaçlıyordum. Zaten çalışmalarıma göreve gelmeden önce başlamıştım. İstanbul’da 2 golf sahası bulunmakta. Biri Göktürk’te diğeri Silivri de. Öncelikle o civarlarda ki ve çevre bölgelerdeki ilköğretim okullarında bulunan çocukların golfle buluşmasını sağladım.

Hedefim 2010/ 2011 yıllarında 10 bin lisanslı sporcuya ulaşmaktı. Ama maalesef hedefi tutturamadım. Bunun nedeni de fazla tesisin ve halk tipi sahların olmaması. Türkiye’deki mevcut 20 golf sahasının, 16’sı Antalya’da. Bunlar tamamen turizme yönelik ticari maksatlı sahalar. Bu yüzden sporcu sayımızda geri kaldık. Ama geriye dönüp baktığımızda Ağrı’dan,  Doğubayazıt’tan, Ardahan’dan Erzurum’dan Yıldızlar Golf Liginde ve Golf Liginde oynayan 1000 nın üzerinde lisanlı sporcuya bulunmaktadır.

İnsanlar yelpazenin hep üst tarafına bakıyorlar. Ama dünyada böyle değil. Yani çok zenginlerin, CEO ların şirket yöneticileri golf oynadığı gibi yelpazenin altına indikçe fabrika işçilerinin, muslukçularının ve öğrencilerin de oynadığını görüyoruz. Bunun nedeni, yurt dışında belediyelerin ,özel idarelerinin oluşturduğu halk tipi sahlar bulunmakta. Burada insanlar 5 ile 10 dolar arası golf oynamaktalar. Bende bu sahalarda golf oynadım. Oldukça mükemmel sahalar. Ama bizde ise maalesef bu koordinasyonu belediyeler ve özel idarelerle çeşitli nedenlerden dolayı sağlayamadık.  Buradaki görev biz federasyona değil, özel idareler ve belediyelere düşüyor.

Okullarda bunu başlattık. Ardahan, Erzurum, Ağrı ,Urfa gibi illerimizin okullarında kapalı golf sahları kurdurduk. Buralara malzeme ve hoca yolladık. Sorun bu değil de. Orada yetişen sporcuların turnuvalara katılmaları sırasındaki geliş-gidişlerinden tutun gereken  tüm masrafları da federasyon olarak karşılıyoruz.

Golf turizminin ülkemize çok iyi bir getirisi bulunmakta. Her sene %20 ve % 30 arası artış sağlanmakta. Kriz döneminde bu artışı fırsatı yakaladık. Demek ki, kriz sonrasında çok daha iyi bir gelir elde etme ve bu alanda ciddi söz sahibi olma durumundayız

Ve Trabzonspor

Trabzonspor her Trabzonlunun  damarında, kanında olan bir şeydir. Futbolsuz ve Trabzonspor’suz onlar için mümkün değildir. Çocuklar doğduktan sonra öğrendiğin dördüncü kelime Trabzonspor’dur. Anne, baba, mama ve Trabzonspor. Küçük çocuktan 82 yaşındaki nineye kadar Trabzonsporludur. Bende öyleyim. Damarımda kanımda Trabzonspor var. Trabzon insanının bir özelliği vardır. Mesela kentlere gidersiniz. Hangi takımı tutuklarını sorduğunuzda önce İstanbul’daki üç büyük takımdan birini derler sonra ikinci olarak da kendi kentinin takımını der. Şu sıralarda Bursaspor taraftarı atak yaptı ön plana çıktı. Takımlarına çok sahip çıktılar. O da zaten Bursaspor’u şampiyonluğa çıkardı. Eğer bir takımın sağlam bir seyirci, taraftar desteği yoksa Süperlig’de başarı gösterme şansıda yoktur. Trabzonspor’da futbol bir olgudur. Sadece kendi takımlarını tutarlar. Trabzonspor bir kimliktir. Beni de öyle sokakta fazla kimse tanımaz. Adımı Trabzonsporlu Ahmet olarak bilirler. 73-74 yıllarında birinci lige çıktığında üç büyük takımlara karşı başkaldırının sembolü olarak görüldü. Artarda şampiyon oldu. Trabzonspor bu başarılı çıkışından sonra sadece Trabzon değil, Anadolu halkının da sempatisini kazandı. Benimde büyüyüp aklım ermeye başladıktan sonra 1993 yıllarından sonra faal olarak ilgilenmeye başladım. 2000-2002 yıllarında yönetimde başkan yardımcılığı görevim oldu. Yönetimde olduğum yada olmadığım her dönemde radikal Trabzonsporlu olmaya devam ettim, edeceğim de…

Futbol bir endüstri haline geldi. Sizce en pahallı takım, en iyi takım mıdır? Çok büyük bütçelerle çıkmalarına rağmen 4 büyükler niye başarısız oluyor?

Türkiye’de böyle bir düşünce sistemi var. Türk seyircisi her zaman takımının çok büyük transferler yapmasını beklerler. En iyi finansal yönetilen takım en başarılı takımdır. Özellikle de alt yapısına en iyi yatırım yapan takım en iyi takımdır. Futbol takımlarımız son dönemlerde iyi idare edildiğini demek fazla iyimser bir yaklaşım olur. Türkiye’de futbol iyi yönetilmiyor. Yapılan uçuk-kaçık transferler ve bunlara yapılan inanılmaz yatırımlar, harcamalar çok can sıkıcı olmaya başladı. Altyapıya kesinlikle önem verilmiyor ve bu anlamda bir yatırım söz konusu değil.

Kulüp Başkanı, Teknik Direktöre hangi sınıra kadar yaklaşmalı?

Kulüp başkanları teknik direktöre karışmamalı. Sınırı olmamalı. Ama maalesef süreç böyle değil. Alışkanlık haline getirdiler. Tarafların teknik direktör ve takımlarına yaptıkları sevinç tezahüratlarından bile rahatsız olabiliyorlar. ‘ o mu yaptı, ben yaptım’ diyebiliyorlar.

Sektör hangi sorunlarla karşı karşıya. Örneğin iyi oynayan futbolcu bulmakta zorluk çekiyor mu?

Sektörde sorunlar mevcut.  Yanlış yönetimler doğruyu bulmakta zorlanıyor. Mesela bir Burak Yılmaz gerçeği var. Burak Antalya- Beşiktaş- Manisa’ ya gitti. Kendini hiç gösteremedi. Sonra Fener’e geçti. Ama burada da forma giyemedi. En son Trabzonspor’a geldi. Şimdi Trabzonspor’un en iyi forveti ve skorer oyuncusu oldu. Keza şuan Milli takımında vazgeçilmez forveti durumunda. Yani anlatmak istediğim mevcut yönetimler bir yeteneği ortaya çıkarmak için gereken ilgi alaka sabırdan acizler.  Bunun yerine yanlış ve miadı dolmuş yabancılara milyon dolarlık transferler yapıyorlar.

Futbol yorumcuları arasında sizce en iyi tespiti kim yapıyor?

Son dönemlerde futbol yorumcusu sayısında çok artış oldu. Çoğu popülizm adına birilerinin sesi oluyor. Çeşitli nedenlerden dolayı durumları yorumlarken doğru pencereden yaklaşamıyorlar. Beraber çalıştığım arkadaşlarımı seviyorum. Bu anlamda direk isim vermek istemiyorum ama, beğenerek takip ettiğim 10- 15 tane yorumcu arkadaş bulunmakta.

Nelere ve kimlere gülersiniz?

En çok kendime gülerim. Ayrıca Temel, Dursun ve Fadime gülerim

Spor hayatın ta kendisidir. Bir bakıma hayatın içinde var olan neredeyse her şeyi barındırır.
 Gelişmiş ülkelerde işe alımlar da spor yapan çalışanların tercih edildiğini okuyoruz. Sizde uzun yıllardır golf ve futbolla ilgileniyorsunuz. Sizce sporun iş yaşamına ne gibi etkileri oluyor?

Sporun iş hayatını direk etkilediğine inanıyorum. Gelişmiş ülkelerde spor bir hayat biçimi. Mesela Japonya’da 2000 kusur golf sahası bulunmakta. Amatör bir golf oyuncusu saha yöneticiliği bilincine sahip oluyor. İş hayatında da ‘saha idaresi’ ile ‘iş yönetimi’ ölçüşen bir kavram. Yine Japonlarda yönetici pozisyonundaki kişiler hep golf oynuyorlar. İstanbul’da çalışan yabancı yöneticiler adına bir golf turnuvası düzenledik. Sadece burada bulunan 74 Japon Yönetici katılım gösterdi.

Maalesef iş yerindeki arkadaşlarım sporla uğraşmıyorlar. Birkaç defa teşvik etmeye çalıştım ama baskıcı ,rahatsız eden bir işveren pozisyonu yaratmamak için çok üstelemedim. Çalışanlarımın çoğu işyerinde başladıkları kiloda değiller. Hepsi en az birkaç kilo almış durumdalar. Ben yirmi beş yıl önce 74 kiloydum hala aynıyım. Hani patronlarına bakar utanırlar dedim ama öyle gayeleri hiç yok. Sporun .insanı daha dinamik, fit ve sağlıklı su götürmez bir gerçek.


Referandumda evet çıktıktan sonra Anayasa’nın uyum ve eşitlik maddesi olan 10. madde, güncellendi. Bu süreç itibarıyla engellilerin toplum yasayışı içersinde fırsat eşitliği doğrultusunda ki düşünceleriniz nelerdir?

Engellilere karşı duyarlı olmak için, Anayasal düzenlemelere gerek yok. Türkiye’de 8 milyon engelli var. Bu durum gözden kaçırılacak, ihmal edilecek bir sayı değil. Bu gerçek toplum tarafından kabul edilmesi gereken bir gerçektir. Yarın engelli olmayacağımızın bir garantisi bulunmamakta.  Devletten önce toplum olarak birey olarak engelliyle yaşamayı öğrenmemiz lazım. Eğitim ilkokulda verilmeli. Batıda ilköğretim okullarında engelli ile yaşam dersleri var.
Mesela görme engelli birini yolun karşısına geçirmek için ne yaparız. Onun koluna girer çeke çeke karşıya geçiriz. Aslında öyle olmamalı. O senin koluna girmeli. Ve senin bir, iki  adım önünde yürümeli.

Bizde hala halk arasında engelliye özürlü kelimesi kullanılmaktadır. Ve hala kurumsal derneklerde, ve özel idare kuruluşlarında özürlü kelimesi kullanan bir toplumuz.  Her şeyi devletten beklemek çok büyük hatadır. Bu yalnızca toplum ve birey olarak sorumluluğu kendi üzerimizden başkasına yüklemeye çalışmaktan öte değildir. Bu konuda birinci derece sorumlu herkestir!!!

Ayrımcılık ve pozitif ayrımcılık hakkında görüşleriniz ne? Engelli arkadaşlarımız ülke çapında yaşadıkları sorunları yüzeysel olarak biliyoruz. Yüzeysel diyorum çünkü, sizin de dediğiniz gibi engelli vatandaşlara toplum olarak bakış açımız da hala çok yüzeysel. Yani hala engelli vatandaşa özürlü vatandaş diyen bir kesime sahibiz. Yumurtaları karşı tarafın sepetine koymak yürek ister. Genelde sosyal yardım projeleri ‘özde’ olmaktan daha çok; sözde olmak yönünde. Peki, daha büyük sosyal bir konsepte, ulaşmak için farklı bir organizasyon olursa içinde olur musunuz? Yoksa sadece kendi projelerinizin aktivasyonunu mu gerçekleştirmeyi tercih edersiniz?

Ayrımcılık- pozitif ayrımcılık bu sözler bana saçma geliyor. Ayrımcılığın pozitifi negatifi olmaz.  Toplumların kendi yarattıkları sınırların dışındakileri dışladıkları bir sistem döngüsü oluşmuş.

Hayvanlara saygı duyuyorum. Çünkü hayvan olarak doğup, hayvan olarak ölüyorlar. Bir ayı neyse kendinden beklenilen gibi ayı olarak yaşayıp ayı olarak ölüyorlar. Ama insan olarak doğup insan olarak yaşamayı ve ölmeyi başaramıyoruz. İnsan olan her yerde ayrımcılık yapılmasını, vasıflar ve koşullar- koşulsuzluklar doğrultusunda  küçümsenilmeyi, kibiri kabul etmiyorum.

Topluma faydalı yararlı olabilecek her türlü projede olmaya çalışıyorum.

Sizi hayatınız da en çok etkileyen şeyler nelerdir? Çocuklarınıza neler öğrettiniz? 

Toplumun ihtiyacı olan konularda çalışan bilinçlendirilen insanlar beni hep etkiler. Çocuklarım konusunda kendimi şanslı hissediyorum. Ben onları dürüst yetiştirmeye çalıştım. Ama onlar üzerine ekleyerek olumsuz şeylerin dışında kalmayı becerdiler. Çok iyiler. Bu anlamda çok mutluyum.

Bu kadar sosyal hayatın içinde biri olarak, çalışanlarınızla aranız nasıl? Nasıl bir yöneticicisiniz. Çalışanlarınızın motivasyonunu artırmak için yaptığınız çalışmalar var mı? Başarılı çalışanlarınızı nasıl ödüllendiriyorsunuz? 

Personelime ayrı bir motivasyon uygulaması yapmıyorum. Çünkü sektör bazında ücret politikamız skalanın üstünde. Skalayı aşağıya çekipte  iyi elemanı onura etmek adına maddi çıtayı yükseltecek ödüller vermek doğru bir yaklaşım değil.
Onun yerine şirket olarak personelimin hepsi karar merciidir. İnsafiyet kullanma sorumlulukları , yetkisi var. Çalışanların % 50 si 25- 30 senelik personel. Personelimle abi- kardeş , iki arkadaş gibiyiz.

Son olarak eklemek istediğiniz bir konu, bir mesaj var mı?

Çok soru sormuşsun.:)

Huzurlu sevgilerle 

Hoş Kalın

Zeynep Ç.

24 Ocak 2013 Perşembe

DÜŞSEL KELİMELERİN USTASI "CEZMİ ERSÖZ"

DÜŞSEL KELİMELERİN USTASI "CEZMİ ERSÖZ"






"Önce kendimizden başlayalım. Karanlık yanlarımıza bakalım. Zaaflarımıza, korkularımıza, öfkemize bakalım. Yani önce aynaya bakmak gerekir. Benim yazılarım ayna yazılarıdır."

Düşsel kelimelerin ustası Sevgili Cezmi Ersöz’le hayata dair keyifli bir söyleşi yaptık.


1) Bazen hayat içersinde zamansızlık ve düzensizlik hayatın bir parçası haline gelebiliyor. Sonra bir bakıyorsunuz ki alışkanlıklar ihtiyaç haline dönüşmeye başlamışlar. Peki sizin ihtiyaca dönüşmüş alışkanlıklarınız var mı?

Olmaz mı! Elbette var. Bunların başında okumak geliyor. Yazmaktan daha çok okuyorum. Maalesef ki günümüz yazarları okumaktan daha çok yazmaya yöneliyorlar. Daha az okuyup, daha çok yazıyorlar. Bu da doğru bir alışkanlık değil. Ayda iki üç defa sinemaya ve tiyatroya giderim. Bunlar hep alışkanlık haline geldi ve ihtiyaç. Çünkü yazmam için beslenmem lazım. Kesinlikle bir yazarın diğer sanat dallarıyla ilgili olması gerekir. Resim, müzik, heykel, sinema, tiyatro… Oldukça keyif alıyorum. Ayrıca bir yazar için sanatın diğer dalları ekmek su kadar önemli ihtiyaçlardır. Disiplinli biri değilim. Anlık yaşarım.

2) İlham almak için sadece tek bir yere gitme fırsatınız olsa, burası neresi olurdu?

Tek bir diyebilir miyiz bilmiyorum. Ama başta Küba olmak üzere Latin Amerika

3) Eski yazılarınızda siyaset ve gündeme dair temalar daha fazla olurdu. Ama son yıllardaki yazılarınızda daha içsel sorgulamalar, soyutsal paylaşımlara dönüştü. Hissiyat ve görüntü olarak şimdi halinizi geçmişe göre karşılaştırır mısınız?

Döneminde siyasi yazılarım çok oldu. Fakat son yıllarda toplum çok fazla kutuplaştı. Kimse kimseyi anlamak istemiyor. Sizi bir yerde görmek istiyorlar. Kırmızı direk çizgiler çizildi. Oysa ben eleştiri hakkını kullanan bağımsız bir aydınım.

Artık siyasi kavramların içi boşaldı. Sizi yanlış anlamak, yargılamak ve infaz etmek için ortaya topluluklar çıktı. Özellikle de sosyal medya. Geçen Facebook’ta ülkemde yaşanan arka arkaya üzücü olaylara yönelik dedim ki ; – Evlatlarımızı kaybediyoruz, içim yanıyor, barış istiyoruz, diye yazdım. Yani duygularımı bundan daha insancıl nasıl söyleyebilirim, nasıl talep edebilirdim ki? Hemen bir karşılık geldi; – Ne barışı, katliam istiyoruz, diye.

Bu şekilde kafalar önyargılarla doldurulmuş. Canım sıkılıyor. Toplumu değiştirmek için önce insanın kendini değiştirmesi lazım. Kötülük topluma egemen oldu. Başkalarını incitmek, düşüncelerine saldırmak, başkalarının düşüncelerine egemen olmaktan ve bunlardan zevk alan insanlar ortaya çıktı. Dolayısıyla artık bende beni anlayabilecek insanlara, insanı değeri sorgulanabilecek ortamlara yazmayı uygun buluyorum. Çünkü kendisini değiştirmeyen insanlar toplumu da değiştiremezler. Önce kendimizden başlayalım. Karanlık yanlarımıza bakalım. Zaaflarımıza, korkularımıza, öfkemize bakalım. Yani önce aynaya bakmak gerekir. Benim yazılarım ayna yazılarıdır.

4) Sizi ergenlik dönemimden bu yana tanıyorum. Bizim neslin ergen gençlerinin fenomenleri vardı. Ümit Besen, Cengiz Kurtoğlu, Ayrılık Türküsü, Leman okumak gibi… Her liseli bu basamaklara kesinlikle uğrardı. Yan, tabiri caizse belediye otobüslerine binerken paso yerine şoför abiye bunlarla olan bağlantımızı göstermek, öğrenci olduğumuzu kanıtlamak adına yeterliydi. O’zaman ki gençlerle şimdiki gençler arasındaki farkı nasıl buluyorsunuz?

1977’de üniversite girdim. Bizim kuşağın yani 70’li yıllarda üniversite okuyanlar için siyasi canlılığın, hareketin en yüksek olduğu dönemlerdi. Bizim için temel mesele can güvenliğimizi korumaktı. Hayatımız söz konusu iken dönüp de başka ilgilere bakamadık. Sevgilimiz olmadı. Marka giymek gibi derdimiz olmadı, çünkü markalar yoktu. Televizyonların esiri değildik, çünkü televizyon sınırlıydı. Genelde siyasi içerikli kitaplar okurduk. Geceler boyu süren tartışmalar olurdu. Dünyayı anlamaya çalışırdık. Devrimleri, toplumsal gelişmeleri… Hatalar yapmıyor muyduk? Tabii ki yapıyorduk. Dünyayı tarif ederken eksiklerimiz vardı. Çeviri, yayıncılık ve enformasyon bu kadar ileri düzeyde değildi. Dünyayı anlamak, yorumlamak ve değiştirmek gibi bir derdimiz vardı. Özel araç kullanma derdimiz yoktu. Okula özel araçla gelenleri, marka giyenleri, lüks takılanları, makyaj yapanları ayıplardık, küçümserdik. Daha çok halka dönüktük. Ülkemizin sorunları bizim için daha önemliydi. Toplumsal sorunları mesela alan, kendini topluma feda etmiş bir kuşaktık.

Bu dönemin gençlerini asla yargılamam. Çünkü dönemin döngüsü böyle, algılaması, görüntüsü bu… Düşünün nesil 1980’den sonra neler gördü ki? Dizileri, reklamları, markaları… Sürekli sizi bir yöne doğru çekiyorlar. Kafalarınız allak bullak oluyor. Sınav, üstüne sınav. Bir sınavdan öbür sınava girip çıkmak zorundasınız. Bizim zamanımızda üç kişiden biri üniversiteye giriyordu. Şimdi 2 milyon kişi sınava giriyor ve çok azı kazanıyor. Geçim şartları zorlaştı. Bu yüzden bu dönemin gençlerini yargılayamıyorum. Ama halkın sorunlarıyla ilgilenen, ülkesinde ki davalara sahip çıkan, komşularımızdaki ve dünyadaki olayları yorumlayan gençleri takdir ediyorum

5) Aşkın içinde merkezinde olanlardan hakkını verenlerdensiniz. Hayatım boyunca hep sizin betimlediğiniz aşkın kahramanlarından biri olmak istedim. Beni o kadar çok derin sevecek, sarmalayacak bir aşkın içinde olmak. Peki siz hiç hayatınız da yüreğiniz de aşkın karşılığını bulabildiniz mi? Hoş zaten aşk bulunamayan, tüketilemeyen değil midir?

Hayal ettiğim aşkları ne yazık ki daha çok kendi içimde yaşadım. O aşkları yazılarımda yaşadım. Maalesef gerçek hayatta bulamadım. Çoğu kez bana aşık olanlara yanıt veremedim. Benim aşık olduklarımda beni çok kırdılar, incittiler. Aşkın içinde çok karanlık duygular görüyorum. Tutkular, ihtiraslar… Elbette yine aşk yazıları yazacağım. Ama artık sevgiye inanıyorum. Sevgi daha kalıcı ve şefkatli duygu olduğunu düşünüyorum. Sevgi ile kurduğum ilişkilerimde hala görüşüyorum. Birbirimizin yaralarını tamir ettik. Sevgide karşı tarafı mutlu etmek gibi bir istek var. Dediğim gibi şefkat var acıma var. Başına bir şey gelmesine dayanamazsın. Ama aşkta ölmesini istersin. Ayaklarına kapanmasını istersin. Sizce bu demokratik bir duygu mu? Acımasızlık…

6) Hayatı çözdüğünüzü düşünüyor musunuz?

Nerede…! Hayat giderek daha karmaşıklaşıyor. Gençken çoğu şeyi çözdüğünüze inanıyorsunuz. Ama ileriki yaşlarda öyle olaylarla karşılaşıyorsun ki yanıt verememe durumuna düşüyorsun. Hayatı çözdüm diyene, güler geçerim. İnsan yaşamının sonuna kadar hayatı anlamaya çalışmakla geçecektir. Aşkı, yalnızlığı, anlamaya çalışacaktır. Ne kadar mesafe alırsa o kadar iyi. Ama her zaman sorular kalacaktır.

7) Son zamanlarda gurular eğilim haline geldi. Hayat anlam katmaya çalışıyorlar. Bir dönem Uzakdoğu felsefeleri ile uğraşır olmuştuk. Şimdi de Amerikan öğreti sistemi. Orada kendi kültürlerine uyguladıkları burada bize formüle etme çabası var.

Amerikan davranış psikolojisinin dünya üzerindeki yansımaları. Daha kolay bir hayat, daha kolay bir yaşam, daha kolay nasıl zengin olunur, daha kolay nasıl aşık olunur gibi hayatı formüle ediyorlar.

8) Yani hayatı şıklara dahil ediyorlar

Evet. 100 soruda hayat nasıl çözülür, 100 soruda…

Bir de hayat koçları var. Onlarda bir takım formüller öneriyor. İnsanlar bu formülleri hayatlarına uyguluyorlar. Oysa bu çok yanıltıcı bir durum. Hayat formüle gelmez. Dostoyevski’nin güzel bir sözü vardır;

2*2= 4 değildir, 2*2=5’tir , 2*2= 6’dır. Hayatın anlamı budur.

Hayatın kişiye özgü ayrıntıları vardır. Ama işte bu gurular hayatı 2*2= 4 ‘e getiriyorlar.

9 ) Onların öğretileriyle hayata anlam katmaya çalışırken benliklerimizden dışarı çıkıyor ve hayatı daha da karıştırmış oluyoruz.

Ve önemlisi bundan oldukça da para kazanıyorlar. Çünkü insanlar merak ediyor. Ben hiçbir zaman 100 soruda ne aşkı, ne de başarıyı kazanamadım.

Hayatlara çerçeve çiziyorlar. Tek tip insan çıkarıyorlar. Farkındalık, kelimesi en sevmediğim kelimedir. Moda okuru yani piyasayı takip eden ama nitelikli olmayan okur daha çok rağbet ediyor. Bu kitaplardan yaşadıkları hayatı, tercihlerini güzel göstermesini bekliyorlar. Mutlu olduklarını göstermesini bekliyorlar. Sonrada büyük hayal kırıklıkları yaşanıyor. Sonuçta hayat kitaplarda yazılanlar gibi değil.

10) Hayat felsefenizi hangi slogan temsil eder

Sevinçten gökten uçmak için acının kucağına inmek gerekir..Nietche

-Çok Teşekür Ederim

Ben teşekkür ederim. gayet iyidi sorular.



Huzurlu Sevgilerle

Hoşkalın

Zeynep Ç.